Alışılmamışlıklarım...
İnsanın sevdiğini kaybetmesinin
binbir türlü sonucu varmış. Kaybedince bunu öğretiyor da o sonuçların hepsini
öğretmiyor hayat. Bir bir süzgeçten geçiriyor; hangisi uygunsa kaybedenin
üzerine, onu ölçüp biçiyor, dikiyor kaderine. Ancak; nasıl bir kayıp olursa
olsun, her sonuca uygun bir son hazırlamayı da ihmal etmiyor: alışmak...
Alışmak, ağlamanın bir rutin olması
aslında. Ağlamaya alıştıkça unutuyoruz da bir yandan o rutin ağlamayı. İnsan
istese, denese de tek bir şeyi unutamıyor: alışmayı...
Zamansız yakalanıyor insan aşka.
Bazen bir çift gözle başlıyor bir macera. Bazense iki cümleye sığan koca bir
hayat hikâyesi. Tarifsiz bir heyecan oluyor yürekte, eğer ilkse giren.
Yaşadıkça, yaşlandıkça alışıyor insan sevmeye bile... İlk gülüşü unutamıyorsa
da ilk gülüşleri de hatırlamıyor yara aldıkça. Çünkü insanın kendisi değil de
hayatına girenler olur hep gelmişini unutturan. Fakat herdaim kendisidir
kendisini geçmişine alıştıran. Çünkü alışmak belki de çözüme benzemeyen en
basit çözümüydü yaşanmışlıkların, içeride kalmışlıkların. Alışmak ağırdır
aslında. İnsanı daha az yaralı, daha hayata bağlı gösterse de içten içe
kemirir geleceğini. Yine de mümkün değilse unutmak, son çare ağrı kesicidir
alışmak...
En acısı alışmak belki de. Daha
acısı ise acıya alışmak... Aslında acıya alışmak yaşanmış acıları dindirmiş
görünse de, yaşanmamışlıkları bile acıya dönüştürür. Daha sonra tatlı gelecek
bile korkutur titrek yürekleri. Ve ardından dua ile başlayan 'gelecek
gelmesin!' feryatları, acı acı akan zaman, delirmeye yüz tutmuş düşünceler, bir
anlık deli cesareti, alışılmışın dışında bir vedaya hazırlanmak ve intihar süsü
vermek eski alışkanlıklara ve yeni alışılmamışlara... Beceriksizlikle
sonuçlanmış bir yokluğa alışma denemesi ve eksilere inmiş bir hayatı sıfırdan
başlatmaya çalışmak... Umut can verir. İşte bu yüzden en zorudur
tamamlanmayacağını bildiğin eksik bir hayata alışmak...
Yazmak var alışmaya kardeş. Yazmak
var alışmaya yardımcı, alışkanlıklara yoldaş. İşte bu yüzden rahatlatır insanı
yazmak. Çünkü yazdıkça kafanı boşaltmış olmuyorsun, alışıyorsun.
Yadırgamıyorsun ağlamayı ya da uzaklara dalmayı milyonlarca yalnız içinde.
Zaten böyle değil midir hayat? Gözlerini diktiğinde uzaklara, aklına yazmıyor
musun anılarını ya da yaşamak isteyip kursağında kalanları?.. Gözler kalem,
kalp sonu olmayan bir defter yaşamak istediği olmamışları varsa insanın. İşte
bu yüzdendir bulutsuz geceleri sevmek. Yaşayamadıklarımız ne kadar
uzağımızdaysa, o kadar uzakta ararız okuyacağımız yıldızı. Bulutlar hayallerimizin
önüne çöker sis perdesi olup. İnsan rahatsız olur yağmur getirmeyen
bulutlardan. Havayı önce bozar, sonra boğar. Yine de şikâyetçi olmaz insan.
Önce yakın hayaller arar, bulamaz. Bulutları yazmak ister yüreğine. Yazamaz. En
sonunda alışır yine...
Alışmak da sebep ister kendine.
Malzeme ister. Durduk yere bir şeye alışamaz insan. Aslında alışmayı bilmez
bile çoğu zaman. Asla alışmayı isteyemezsin. Bir bakmışsın, alışmışsın.
Varlığına mı? Yokluğuna mı? Önemi yoktur pek aslında. Alıştıysan bir kere; olup
olmadığı pek önemli değildir. Yazmak da böyledir bir bakıma. Sen yazdıysan o
okumasa da olur. Çünkü yazdıkça alışırsın. İnsan yazmaya alışıyor da,
yazdıklarına alışamıyor çoğu zaman. Yazılmışlarda hep bir eksik vardır çünkü.
Okunmuşluğu yoktur alışılmışlıkların. Ben yazdıkça alıştım ve alıştığımı yazdım
buraya. Baktığında göreceklerin ise sadece alışılmamışlıklarım...
Ben yazmaya alıştım. Okursan
yenisini yazar, ona da alışırım...
Bende okumamaya alıştım.
YanıtlaSil;-);-);-);-)
YanıtlaSil